birsevda.jpg (5173 bytes)

                                                                                  

İZMİR’DE BİR YARIMADA

40 km.’lik sahil şeridi, büyüklü küçüklü sayısız koy ve on iki küçük ada... Urla’nın hemen yanı başındaki Limantepe yerleşimi, İ.Ö 4.bine uzanan buluntularıyla Ege’nin tarihini yeniden yazabilecek.

Urla’nın sayısız denebilecek kadar çok sayıdaki koyları,  Ege’de özlemi çekilen   sessizliğin,  bozulmamış doğanın ve temiz havanın sizi beklediği cennet köşeler. Yarımadanın güneyinde, Demircili köyü yakınlarında Urla’ya yalnızca yedi km. uzaklıktaki koylar tertemiz deniziyle ünlü. Ancak buralara ulaşmak için stabilize yollara dayanabilmeniz gerekiyor.

Dolunay kirli beyazdır...

Kirliliği, bulutların üstüne düşen gölgesinden kaynaklanır. Urla’da, yarımadayı “gündüz feneri” gibi aydınlatan dolunayda ise, tek gri nokta göremezsiniz. O güzelim ay, şafak sökene değin, denizin üzerinde dans eder. Denizin dibinde ise, balıklar arasında şaşırtıcı bir gece maçı vardır sanki.

Denizle toprağın böylesine flörtüne de Urla’dan başka bir yerde rastlayamazsınız... Deniz, günün her saatinde bambaşka bir renge bürünür, toprak da ona eşik eder.urla0012.jpg (1927 bytes) Deniz kenarına kadar inen zeytin ağaçlarının gölgesinde serinlemeye karar verdiğinizde,  bu flörtün zevkine varamazsınız. Zeytinin çağlar boyu barış simgesi olmuş yaprağındaki yeşil ile suyun yeşili öğle saatlerinde başlar öpüşmeye. Sabahın lacivert denizi “nereye kayboldu acaba”  diye düşünürken, gün batımının kızıllığı, sahil boyunca çıplak ayaklarınızı okşayan minik dalgaların arasından size gülümser.  İşte, tam o sırada toprağa sakın bakmayın...  Kıpkırmızı bir toprakla selamlaştığınız için şoke olabilirsiniz belki, benden söylemesi. Öğleden sonraki zamanı “şekerleme” yaparak geçirenlerin kaçırdığı renk yelpazesindeki ağırlık ise, turistlerin deyimi ile “Karayip yeşilidir”!...   Bu tonun,  dünya   üzerindeki  tek  benzerinin  Karayip  Adalarında   olduğu  söylenir.  Tabii,  bu  arada deniz Kestanelerine dikkat etmenizde büyük yarar var.  Deniz suyunun sürekli değişen rengi, kestanelerin de elbise değiştirmesine neden olur; ayağınıza diken batsın istemem...

Urla’ya ulaşmak için önce İzmir’e gelmeniz gerekli. Sonra da Çeşme otobanından ver elini Urla... Topu topu 35 km.lik rahat bir yolculuk, sizi deniz, tarih ve zeytin cennetine ulaştıracak... saat kaç olursa olsun o günü, “aman Urla’yı yakından tanıyayım...” diye harcamayın; hem zamanınıza yazık olur, hem de Urla’ya saygısızlık!.. Zaten otobanın bitiminde sizi bir dört yol karşılayacak. Ya, sağa sapıp, iki yanı ağaçlıklı bir asfalt bir yolla (yaklaşık 3 km.) deniz kenarındaki Urla İskele Mahallesi’ne gidecek, ya da sola dönüp, kendinizi kara tarafındaki ilçe merkezinin göbeğinde bulacaksınız... dilerseniz, sola sapın, çünkü sizi Urla içinde biraz dolaştırıp, yormak istiyorum...

Müthiş temiz bir havaya sahip olduğu için “Ege’nin akciğeri” olarak bilinen Urla’nın, ilçe merkezinde dikkatinizi ilk çeken “temizlik” olacaktır mutlaka. Yerlerde tek sigara izmariti bile bulamazsınız. Bu arada dikkat! Urla’da yıllık hava sıcaklığı ortalaması 16,8’dir; gezinizi hangi mevsimde yaparsanız yapın, başınızda bir şapka olmasında büyük yarar var. Eğer günlerden Cuma ise, yaşadınız... İlçenin tam orta yerindeki Malgaça Pazarı’nda ne ararsanız bulursunuz. Tarladan yeni koparılmış hormonsuz domatesin mis kokusuna dayanabilirseniz, Pazar yeri turunuz uzun sürecek demektir ki; bu her şeye değer... Malgaça Pazarı’nda, Urla’ya bağlı 16 köyden gelen üretici, halıdan kilime, taze sebze ve meyveden kazmaya, çapaya, çiçek fidesinden zaç tokasına kadar her şeyi satar. Urla’nın o ünlü bamyasını, tereyağını, saf zeytinyağını, turp otu ve radikasını doya doya tadabilmek için, ta İzmir’den bu pazara gelenlerin sayısı o kadar fazladır ki, anlatamam... Bu nedenle Malgaça Pazarı’ndaki binbir çeşidi, Ege’nin başka hiçbir pazarında bir arada görmeniz mümkün değildir. Alışverişi aklından geçirmeyenler bile bu “turfanda cenneti”nden elleri kolları dolu çıkarlar...

Bu gezide iyice acıkanlara tavsiyem Urla’nın meşhur Lale Katmercisi... Önce, asırlık zeytin ağacının altında sizin için kurulan masaya yerleşin. Güneşin, zeytin yapraklarının arasından süzülerek göz kırptığı bu minicik ahşap masada, size belki de yaşamınızdaki en lezzetli sofra kurulacak, haberiniz olsun. Urla’ya has katmerin hazırlanışını izlerken de çok özel bir tad alacağınızdan hiç kuşkum yok.

urla0050.jpg (4296 bytes)Eh, Urla katmerini ve hemen ardından ikram edilen Urla keşkülünü sindirmek için bir kez daha Malgaça Pazarı’na girmeye ne dersiniz? Bu kez, üreticiye seslenen dükkanların önünde asılı rengarenk at koşumları, urganlar, tütün işçilerinin başlarına sardığı poşular, zeytin sırıkları, balta, nacak, çapa ve kürekler arasında bir de nalbant göreceksiniz. Eğer, şanslıysanız, bir atın nasıl nallandığını tavşan kanı kırmızı çayınızı yudumlarken izleyebilirsiniz.

Malgaça Pazarı aslında adını Urla’nın batısında yer alan, İçmeleriyle de ünlü Malkaca Dağından (273 m.) alır. Urla Yarımadası’ndaki pek çok fay hattından biri de buradadır. Malkaca Dağı’nın batı yamacını takip ederek denize doğru uzanan fay hattı boyunca sıcaklıkları 35 dereceyi bulan ancak debileri az termal kaynaklar sıralanır. İçmeler olarak bilinen Malkaca kıyıları yalnız şifalı içmeleriyle değil plajlarıyla da ünlüdür.

Urla’nın fazla bilinmeyen bir özelliği de tarihi... Çünkü, Ege Bölgesi’nin en eski yerleşim merkezlerinden birinin Urla’da bulunuşu oldukça yeni bir keşif... Burası, Urla’nın İskele mahallesinde yer alan antik Klazomenai kentiyle bağlantılı prehistorik bir yerleşim. Karantina Adası’nın hemen karşısındaki kıyıda, Limantepe’de Prof. Hayat Erkanal tarafından yürütülen Kazılarda tarih öncesi dönemlere ait dört önemli kültür tabakası ortaya çıkarılmış. Tam en yüksek noktası üzerinden İzmir-Çeşmealtı yolu geçen höyüğün en eski buluntuları İÖ 4.bine, yani Kalkolitik Çağ’a tarihleniyor. İlerideki çalışmalarla daha eski devirlerin de ortaya çıkarılacağı şüphesiz.

Şimdilik İÖ 3.bine kadar inen Eski Tunç Çağı’na ait kültür tabakası (Troia’nın en eski tabakasıyla çağdaş) ise höyüğün yer aldığı yarımadanın ucunda. Yerleşim, alt kısımları taş, günümüze kalmayan üst kısımlarının kerpiç olduğu düşünülen surlarla çevrili bir kale görünümünde. Yüksekliği altı metreden fazla (olasılıkla 12 metre) olan böyle bir surun Ege dünyasında başka bir örneği yok.

Kalede bulunan ve saray olabileceği düşünülen koridorlu yapı da, bu tip yapıların Anadolu’daki ilk örneği. (Benzerlerinin, aynı dönemde Yunanistan ve Ege adalarında olduğu biliniyor.) Çanak çömlek yanında ele geçen bronz eserler çok gelişmiş bir maden teknolojisinin kanıtı. Bir çeşit para birimi olduğu düşünülen çok sayıdaki küçük kurşun halka ise çok gelişmiş bir ekonomik düzenin varlığını açıklıyor. Bütün bu ilklere İÖ 2.binin başlarına tarihlenen pişmiş topraktan şirin bir ayı heykelciği de eklenmiş.

Troia da dahil, Ege kıyılarındaki bilinen en eski ve en uzun süreli yerleşim olduğu anlaşılan Limantepe’de, bu önemli buluntulara yenilerinin de eklenmesiyle, Ege tarihinin yeniden yazılması gerekebilir. Çünkü, şimdiye kadar başka yerleşim merkezlerinde ele geçen buluntular, Ege kıyılarında İÖ 3.binde Ege adaları, Girit, Yunanistan ile bağlantılı kültürel gelişimin Balkanlar’dan değil de Anadolu’dan kaynaklandığını kanıtlamaya yetmiyordu. Oysa Anadolu, Ege dünyasından çok daha önce büyük bir kültürel gelişmeye sahne olmuş, bu gelişmeyi çevresindeki kültür bölgelerine aktaracak düzeye ulaşmıştı. Madenin, özellikle de bronzun gelişmiş bir teknoloji ürünü olarak ilk kez yoğun şekilde kullanıldığı, toplumsal değişikliğe işaret eden saray yapılarının ve kentleşme çabalarının görüldüğü Urla Limantepe yerleşiminin buluntuları ise bu görüşte olan bilim adamlarının haklılığını şimdiden gösteriyor. Urla’da kazıların tamamlanması ve yeni bulguların ele geçmesiyle yörenin turistik öneminin artacağından emin olabilirsiniz. Hatta, Troia’dan bile öne geçerek yerli yabancı turistleri Urla’ya getireceğinden benim hiç şüphem yok.

Ancak, bir yandan kazıp çıkarırken bir yandan da elimizdekinin kıymetini bilmiyor, göz göre göre yok ediyoruz, ne acı. Bunları neden yazıyorum biliyormusunuz? Urla’yı keşfe çalışırken Denizli mahallesinde inanılmaz güzellikte bir cami gezdim. Adı Denizli Camii. En az 500 yıllık. Urla’nın eski belediye başkanlarından Bülent Baratalı’nın atalarından kalmış, o da Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağışlamış. Ancak, Vakıflar arkasını dönüp camiye bakmamış bile. O kadar bakımsız ve sahipsiz ki, hemen kapısının önünde yeni söndürülmüş odun ateşi kalıntıları görüyorum. Demek ki, insanlar tarihin göbeğinde piknik yapıyor; maazallah ya camiyi ve onu çevreleyen yeşil gerdanlığı yaksalar! İlgisizlik, takipsizlik ve hepsinden önemlisi kültür fukaralığının sonucu geçenlerde, söz konusu caminin yüzyıllardır sapasağlam duran alemi çalınmış. Girişindeki bazı sarıklı mezar taşları da “kalk gidelim” olmuş... Her tarafından tarih fışkıran Urla’da, tarihi taşları alıp, villaların bahçe duvarlarına yerleştirenler bile var...

Dağ tepe dolaşıp zaman tünelinde yol almaktan ve sorunlardan yorulduysanız, sizi Urla’nın adalarına götürebilirim... Tabii, kıyı kıyı dolaşmaktan başınız dönmezse... Urla’dan kuzeye doğru uzanan Özbek Yarımadası, çevresindeki minik minik adacıklarıyla da ünlü. Urla, sınırları içine tam 12 ada sığdırmış. Adları da çok hoş: Karantina Adası, Taş Ada, Pita Adası, Eşek Adası, Adacık, Güvercin Adası, Hekim Adası, Pınarlı Ada, Yassı Ada, Uzunada, Kel Ada, Yılanlı Ada. Bunlardan Uzunada ile Hekim Adası askeri amaçla kullanılıyor. Yassı Ada veya diğer adıyla Alman Adası ise yakında turizme açılıyor. Planda, İzmir’den günübirlik vapur seferleri bile var. Aslında daha 19.yüzyılda Urla-Foça-İzmir-Karaburun arasında gemiler ring seferi yapıyormuş. 1950’lere kadar bu bölge ulaşımda büyük rol oynamış.

Biliyor musunuz? Urla, öyle bir liman kenti ki, tarih boyunca hep “ilgi odağı” olmuş. 15.yüzyıl sonu, 16.yüzyıl başında yaşayan Piri Reis de “Kitab-ı Bahriye”sinde söz etmiş Urla’dan. Urla’nın girintili çıkıntılı kıyılarını, adalarını dile getirirken, nerelerin “yufka sulu demir yeri”, nerelerin büyük gemilerin yatabileceği kadar derin olduğunu, rüzgarların hangi mevsim nereden estiğini saymış bir bir. Onun zamanında adaların adı da değişik. Örneğin, Kiliseli denen bir ada ve onun karayel tarafındaki Kösten Adası’ndan, buranın sarp kayalık olduğundan, karaca ve geyiklerin yaşadığından, mermer direkli sarnıçlardan gemicilerin su aldığından söz ediyor. Karantina Adası da Yolluca olarak geçiyor Piri Reis’de: “Burası Anadolu sahiline bir mil mesafededir. Bu bir mil arasına kafir bir taş köprü yapmıştır. Şimdi o köprünün binası bozulmuştur. Fakat dökülmüş taşları durur. O taşların üzerinden yürüyüp adaya geçmek her zaman kabil değildir. Orada binalar vardır...”

Piri Reis’in gördüğü binaların Klazomenailılara ait olduğunu biliyoruz. 12 İon kenti arasında önemli yeri olan antik Klazomenai kenti de Limantepe höyüğü gibi Urla’nın İskele mahallesinde. Matematik, astronomi bilgini, ve İÖ 5.yüzyıl doğa düşünürlerinin en ünlüsü Anaksagoras’ın da doğum yeri olan Klazomenai’daki kazılarda büyük fırınlar ve atölye bulunmuş. Bu tesisler İÖ 7.-6.yüzyıllarda buradaki keramik sanayiinin büyüklüğünü gösteriyor. Gerçekten de o dönemde Karadeniz, Güney İtalya ve Akdeniz kıyılarındaki kolonilere ihraç edilen, savaş sahneleri ve hayvan figürleriyle bezenmiş Klazomenai vazoları ve lahitleri bugün bile dünya müzelerinde önemli yer tutuyor. Bu parlak dönemin ardından, İÖ 5.yüzyıl ortalarında Pers saldırısına uğrayan Klazomenai’lılar, tam karşıdaki adaya göç ederek kurtulurlar. Piri Reis’in de sözünü ettiği taş yolu da, İÖ 330’da Asya Seferi sırasında buraya gelen Büyük İskender yaptırır. Piri Reis’in gördüğü binalar yine o devrin kalıntıları olmalı. 1865’te ise buraya Fransızlar tarafından bir Taaffuzhane yani etüv merkezi yapılmış. Ada da böylece Karantina Adası olmuş.

Urla’ya veda etmeden önce, mutlaka ama mutlaka “Taaffuzhane”yi görmenizi tavsiye ederim. Eminim sizi de çok etkileyecektir. O yıllarda Hac’dan gemlerle dönenler, ada açıklarında demirler, yolcular da küçük teknelerle taşınarak iki bölüm halindeki “Taaffuzhane”ye alınırmış. İlkinde ilaçlı sularla duş yaptırılan yolcuların tüm eşyaları ve çamaşırları, aradaki 360 derece dönebilen dolaplarla ikinci bölüme, yani “Taaffuzhane”ye gönderilir, buradaki üç büyük kazanda 110 derecelik buharla mikroplarından arındırılırmış. Hasta yolcu varsa, gemi karantinaya alınır, bir süre bırakılmaz; herhangi bir salgın hastalıkla karşılaşılmazsa, bir arlı haberci İzmir Valisi’ne müjdeyi götürür, Vali Paşa da gelen uşağı bir kese akçe ile ödüllendirirmiş. Bir düşünün... Bu müthiş sistem, Osmanlı tarafından 150 yıl önce uygulanıyor; bugün Hac’dan gelenler ise, doğru dürüst sağlık kontrolünden bile geçirilmiyor... Eski, ancak sağlam ve halen çalışır durumdaki tesisin, Sağlık Bakanlığı tarafından müze yapılacağını duydum... Bugün adada Sağlık Bakanlığı’na bağlı tam teşekküllü bir kemik hastanesi ve bir de buna bağlı 30 yataklı otel var.

Yalnız Piri Reis değil, Evliya Çelebi de söz etmiş Urla’dan. Evliya’nın “Seyahatname”sinde yazdıklarına göre, Urla’da kireç badanalı ev hiç yoktu, hemen hepsi baştan başa beyaz mermer gibi taşlardan yapılmıştı. Urla çevresindeki dağlar, yamaçlar, uzak ve yakın bütün çevre bağ ve bahçelikti. Bunlar arasında birçok zeytin ağacı adeta bir orman görünümündeydi. Bu bilgiler, 17.yüzyılda Urla ve çevresinde bağcılık ve zeytinciliğin ne kadar önemli yer tuttuğunu gösterir. Evliya Çelebi “Seyahatname”nin bir yerinde de, Urla Çarşısı’nda, tüm çarşının üzerini kaplayan bir asma ve üzerine aşılanmış 37 değişik çeşit üzüm salkımı gördüğünü yazar...

Düşünebiliyor musunuz ? Evliya’nın verdiği rakamlara göre, o günlerde Urla’da 250’den fazla zeytin değirmeni, sayısız sabun imalathanesi, 3 binin üzerinde ev, 2 hamam, 2 medrese, 7 han, 7 mektep, 200 ticarethane, 5 cami varmış... Ege bölgesi olduğuna göre zeytinciliğin bu kadar gelişmiş olması sürpriz değil. Antik kaynaklara göre Klazomenai kenti de önemli bir zeytinyağı üreticisi. Kazılarda bulunan İÖ 6.yüzyıl sonuna ait zeytinyağı üretim atölyesinin zeytin kırma bölümü, pres ve imbikleri ile bugüne dek yüzlerce parça halinde bulunan zeytinyağı depolama kapları bu bilgiyi doğruluyor.

Bugün Urla’ya bağlı 16 köyde tarım ve balıkçılık yapılıyor. Urla çevresindeki arazide zeytinden de önde gelen tarım ürünü artık tütün. Evliya Çelebi’nin, “Urla, bağlarıyla ünlüdür” sözü ise, bugün Urla’yı maalesef utandırıyor. 50-60 yıl öncesine kadar Urla’nın ünlü çekirdeksiz üzümlerinin yetiştirildiği son derece bakımlı bağların çoğu yerini zeytinliklere ve tütün tarlalarına bırakmış. Aslında, bunun nedeni bölgede yaşayan ve üzüm, zeytin, tahıl yetiştiren Rumların yerine, 1924’teki Mübadele ile Yunanistan, Arnavutluk ve Balkanlar’dan gelen göçmenlerin farklı tarım kültürü. Memleketlerinde tütüncülük yapan bu insanlar, bakımı tütüne göre daha zor, o denli de kar getirmeyen bağlarda önce zeytin sonra da tütün yetiştirmeye başlamışlar.

Dilerseniz, turumuza Urla Limanı’yla devam edelim. Burada da ilçe merkezindeki gibi tertemiz bir görüntü sizi karşılar. Yaklaşık 500 balıkçı teknesine sahip beldede her gün saat 10.00’da balık mezatı kuruluyor. Kooperatife bağlı balıkçılar, o günün bereketini mezatta güle oynaya satıyor. Urla kıyılarında tutulan lüfer, mercan, sinarit, çipura, levrek, lidaki, kefal, ahtapot, kalamar, lağos ve barbunun lezzetine doyum olmaz.

Siz ne yaparsınız bilmiyorum, ama ben Urla’dan ayrılmadan önce balık yemeye karar verdim... kömür ateşinde pişmiş, kar beyaz etli çipura bana, ben ona bakıyorum. Kayık tabağın yanına çay bardağında zeytinyağı getirdiler. Saf zeytinyağı! İşlem görmemiş, içine iki limon sıkıyorum; al sana şerbet... sözde İzmir’liyim... Çeşme’de bile böyle çipura yemedim...

Bana afiyet olsun... Size de, “Urla’ya hoş geldiniz...”