Dolunay kirli beyazdır...
Kirliliği, bulutların üstüne
düşen gölgesinden kaynaklanır. Urla’da, yarımadayı “gündüz feneri” gibi
aydınlatan dolunayda ise, tek gri nokta göremezsiniz. O güzelim ay, şafak sökene
değin, denizin üzerinde dans eder. Denizin dibinde ise, balıklar arasında
şaşırtıcı bir gece maçı vardır sanki.
Denizle toprağın böylesine
flörtüne de Urla’dan başka bir yerde rastlayamazsınız... Deniz, günün her
saatinde bambaşka bir renge bürünür, toprak da ona eşik eder.
Deniz kenarına kadar inen zeytin ağaçlarının gölgesinde serinlemeye karar
verdiğinizde, bu flörtün zevkine varamazsınız. Zeytinin çağlar boyu barış
simgesi olmuş yaprağındaki yeşil ile suyun yeşili öğle saatlerinde başlar
öpüşmeye. Sabahın lacivert denizi “nereye kayboldu acaba” diye
düşünürken, gün batımının kızıllığı, sahil boyunca çıplak ayaklarınızı
okşayan minik dalgaların arasından size gülümser. İşte, tam o sırada
toprağa sakın bakmayın... Kıpkırmızı bir toprakla selamlaştığınız için
şoke olabilirsiniz belki, benden söylemesi. Öğleden sonraki zamanı “şekerleme”
yaparak geçirenlerin kaçırdığı renk yelpazesindeki ağırlık ise, turistlerin
deyimi ile “Karayip yeşilidir”!... Bu tonun, dünya
üzerindeki tek benzerinin Karayip Adalarında
olduğu söylenir. Tabii, bu arada deniz Kestanelerine dikkat
etmenizde büyük yarar var. Deniz suyunun sürekli değişen rengi, kestanelerin de
elbise değiştirmesine neden olur; ayağınıza diken batsın istemem...
Urla’ya ulaşmak için önce
İzmir’e gelmeniz gerekli. Sonra da Çeşme otobanından ver elini Urla... Topu topu 35
km.lik rahat bir yolculuk, sizi deniz, tarih ve zeytin cennetine ulaştıracak... saat
kaç olursa olsun o günü, “aman Urla’yı yakından tanıyayım...” diye
harcamayın; hem zamanınıza yazık olur, hem de Urla’ya saygısızlık!.. Zaten
otobanın bitiminde sizi bir dört yol karşılayacak. Ya, sağa sapıp, iki yanı
ağaçlıklı bir asfalt bir yolla (yaklaşık 3 km.) deniz kenarındaki Urla İskele
Mahallesi’ne gidecek, ya da sola dönüp, kendinizi kara tarafındaki ilçe merkezinin
göbeğinde bulacaksınız... dilerseniz, sola sapın, çünkü sizi Urla içinde biraz
dolaştırıp, yormak istiyorum...
Müthiş temiz bir havaya sahip
olduğu için “Ege’nin akciğeri” olarak bilinen Urla’nın, ilçe merkezinde
dikkatinizi ilk çeken “temizlik” olacaktır mutlaka. Yerlerde tek sigara izmariti
bile bulamazsınız. Bu arada dikkat! Urla’da yıllık hava sıcaklığı ortalaması
16,8’dir; gezinizi hangi mevsimde yaparsanız yapın, başınızda bir şapka olmasında
büyük yarar var. Eğer günlerden Cuma ise, yaşadınız... İlçenin tam orta yerindeki
Malgaça Pazarı’nda ne ararsanız bulursunuz. Tarladan yeni koparılmış hormonsuz
domatesin mis kokusuna dayanabilirseniz, Pazar yeri turunuz uzun sürecek demektir ki; bu
her şeye değer... Malgaça Pazarı’nda, Urla’ya bağlı 16 köyden gelen üretici,
halıdan kilime, taze sebze ve meyveden kazmaya, çapaya, çiçek fidesinden zaç
tokasına kadar her şeyi satar. Urla’nın o ünlü bamyasını, tereyağını, saf
zeytinyağını, turp otu ve radikasını doya doya tadabilmek için, ta İzmir’den bu
pazara gelenlerin sayısı o kadar fazladır ki, anlatamam... Bu nedenle Malgaça
Pazarı’ndaki binbir çeşidi, Ege’nin başka hiçbir pazarında bir arada görmeniz
mümkün değildir. Alışverişi aklından geçirmeyenler bile bu “turfanda
cenneti”nden elleri kolları dolu çıkarlar...
Bu gezide iyice acıkanlara tavsiyem
Urla’nın meşhur Lale Katmercisi... Önce, asırlık zeytin ağacının altında sizin
için kurulan masaya yerleşin. Güneşin, zeytin yapraklarının arasından süzülerek
göz kırptığı bu minicik ahşap masada, size belki de yaşamınızdaki en lezzetli
sofra kurulacak, haberiniz olsun. Urla’ya has katmerin hazırlanışını izlerken de
çok özel bir tad alacağınızdan hiç kuşkum yok.
Eh, Urla katmerini ve hemen
ardından ikram edilen Urla keşkülünü sindirmek için bir kez daha Malgaça
Pazarı’na girmeye ne dersiniz? Bu kez, üreticiye seslenen dükkanların önünde
asılı rengarenk at koşumları, urganlar, tütün işçilerinin başlarına sardığı
poşular, zeytin sırıkları, balta, nacak, çapa ve kürekler arasında bir de nalbant
göreceksiniz. Eğer, şanslıysanız, bir atın nasıl nallandığını tavşan kanı
kırmızı çayınızı yudumlarken izleyebilirsiniz.
Malgaça Pazarı aslında adını
Urla’nın batısında yer alan, İçmeleriyle de ünlü Malkaca Dağından (273 m.)
alır. Urla Yarımadası’ndaki pek çok fay hattından biri de buradadır. Malkaca
Dağı’nın batı yamacını takip ederek denize doğru uzanan fay hattı boyunca
sıcaklıkları 35 dereceyi bulan ancak debileri az termal kaynaklar sıralanır.
İçmeler olarak bilinen Malkaca kıyıları yalnız şifalı içmeleriyle değil
plajlarıyla da ünlüdür.
Urla’nın fazla bilinmeyen bir
özelliği de tarihi... Çünkü, Ege Bölgesi’nin en eski yerleşim merkezlerinden
birinin Urla’da bulunuşu oldukça yeni bir keşif... Burası, Urla’nın İskele
mahallesinde yer alan antik Klazomenai kentiyle bağlantılı prehistorik bir yerleşim.
Karantina Adası’nın hemen karşısındaki kıyıda, Limantepe’de Prof. Hayat Erkanal
tarafından yürütülen Kazılarda tarih öncesi dönemlere ait dört önemli kültür
tabakası ortaya çıkarılmış. Tam en yüksek noktası üzerinden İzmir-Çeşmealtı
yolu geçen höyüğün en eski buluntuları İÖ 4.bine, yani Kalkolitik Çağ’a
tarihleniyor. İlerideki çalışmalarla daha eski devirlerin de ortaya çıkarılacağı
şüphesiz.
Şimdilik İÖ 3.bine kadar inen Eski
Tunç Çağı’na ait kültür tabakası (Troia’nın en eski tabakasıyla çağdaş)
ise höyüğün yer aldığı yarımadanın ucunda. Yerleşim, alt kısımları taş,
günümüze kalmayan üst kısımlarının kerpiç olduğu düşünülen surlarla çevrili
bir kale görünümünde. Yüksekliği altı metreden fazla (olasılıkla 12 metre) olan
böyle bir surun Ege dünyasında başka bir örneği yok.
Kalede bulunan ve saray olabileceği
düşünülen koridorlu yapı da, bu tip yapıların Anadolu’daki ilk örneği.
(Benzerlerinin, aynı dönemde Yunanistan ve Ege adalarında olduğu biliniyor.) Çanak
çömlek yanında ele geçen bronz eserler çok gelişmiş bir maden teknolojisinin
kanıtı. Bir çeşit para birimi olduğu düşünülen çok sayıdaki küçük kurşun
halka ise çok gelişmiş bir ekonomik düzenin varlığını açıklıyor. Bütün bu
ilklere İÖ 2.binin başlarına tarihlenen pişmiş topraktan şirin bir ayı heykelciği
de eklenmiş.
Troia da dahil, Ege kıyılarındaki
bilinen en eski ve en uzun süreli yerleşim olduğu anlaşılan Limantepe’de, bu
önemli buluntulara yenilerinin de eklenmesiyle, Ege tarihinin yeniden yazılması
gerekebilir. Çünkü, şimdiye kadar başka yerleşim merkezlerinde ele geçen
buluntular, Ege kıyılarında İÖ 3.binde Ege adaları, Girit, Yunanistan ile
bağlantılı kültürel gelişimin Balkanlar’dan değil de Anadolu’dan
kaynaklandığını kanıtlamaya yetmiyordu. Oysa Anadolu, Ege dünyasından çok daha
önce büyük bir kültürel gelişmeye sahne olmuş, bu gelişmeyi çevresindeki kültür
bölgelerine aktaracak düzeye ulaşmıştı. Madenin, özellikle de bronzun gelişmiş
bir teknoloji ürünü olarak ilk kez yoğun şekilde kullanıldığı, toplumsal
değişikliğe işaret eden saray yapılarının ve kentleşme çabalarının
görüldüğü Urla Limantepe yerleşiminin buluntuları ise bu görüşte olan bilim
adamlarının haklılığını şimdiden gösteriyor. Urla’da kazıların tamamlanması
ve yeni bulguların ele geçmesiyle yörenin turistik öneminin artacağından emin
olabilirsiniz. Hatta, Troia’dan bile öne geçerek yerli yabancı turistleri Urla’ya
getireceğinden benim hiç şüphem yok.
Ancak, bir yandan kazıp çıkarırken
bir yandan da elimizdekinin kıymetini bilmiyor, göz göre göre yok ediyoruz, ne acı.
Bunları neden yazıyorum biliyormusunuz? Urla’yı keşfe çalışırken Denizli
mahallesinde inanılmaz güzellikte bir cami gezdim. Adı Denizli Camii. En az 500
yıllık. Urla’nın eski belediye başkanlarından Bülent Baratalı’nın atalarından
kalmış, o da Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağışlamış. Ancak, Vakıflar
arkasını dönüp camiye bakmamış bile. O kadar bakımsız ve sahipsiz ki, hemen
kapısının önünde yeni söndürülmüş odun ateşi kalıntıları görüyorum. Demek
ki, insanlar tarihin göbeğinde piknik yapıyor; maazallah ya camiyi ve onu çevreleyen
yeşil gerdanlığı yaksalar! İlgisizlik, takipsizlik ve hepsinden önemlisi kültür
fukaralığının sonucu geçenlerde, söz konusu caminin yüzyıllardır sapasağlam
duran alemi çalınmış. Girişindeki bazı sarıklı mezar taşları da “kalk
gidelim” olmuş... Her tarafından tarih fışkıran Urla’da, tarihi taşları alıp,
villaların bahçe duvarlarına yerleştirenler bile var...
Dağ tepe dolaşıp zaman tünelinde
yol almaktan ve sorunlardan yorulduysanız, sizi Urla’nın adalarına götürebilirim...
Tabii, kıyı kıyı dolaşmaktan başınız dönmezse... Urla’dan kuzeye doğru uzanan
Özbek Yarımadası, çevresindeki minik minik adacıklarıyla da ünlü. Urla,
sınırları içine tam 12 ada sığdırmış. Adları da çok hoş: Karantina Adası,
Taş Ada, Pita Adası, Eşek Adası, Adacık, Güvercin Adası, Hekim Adası, Pınarlı
Ada, Yassı Ada, Uzunada, Kel Ada, Yılanlı Ada. Bunlardan Uzunada ile Hekim Adası
askeri amaçla kullanılıyor. Yassı Ada veya diğer adıyla Alman Adası ise yakında
turizme açılıyor. Planda, İzmir’den günübirlik vapur seferleri bile var. Aslında
daha 19.yüzyılda Urla-Foça-İzmir-Karaburun arasında gemiler ring seferi yapıyormuş.
1950’lere kadar bu bölge ulaşımda büyük rol oynamış.
Biliyor musunuz? Urla, öyle bir liman
kenti ki, tarih boyunca hep “ilgi odağı” olmuş. 15.yüzyıl sonu, 16.yüzyıl
başında yaşayan Piri Reis de “Kitab-ı Bahriye”sinde söz etmiş Urla’dan.
Urla’nın girintili çıkıntılı kıyılarını, adalarını dile getirirken,
nerelerin “yufka sulu demir yeri”, nerelerin büyük gemilerin yatabileceği kadar
derin olduğunu, rüzgarların hangi mevsim nereden estiğini saymış bir bir. Onun
zamanında adaların adı da değişik. Örneğin, Kiliseli denen bir ada ve onun karayel
tarafındaki Kösten Adası’ndan, buranın sarp kayalık olduğundan, karaca ve
geyiklerin yaşadığından, mermer direkli sarnıçlardan gemicilerin su aldığından
söz ediyor. Karantina Adası da Yolluca olarak geçiyor Piri Reis’de: “Burası
Anadolu sahiline bir mil mesafededir. Bu bir mil arasına kafir bir taş köprü
yapmıştır. Şimdi o köprünün binası bozulmuştur. Fakat dökülmüş taşları
durur. O taşların üzerinden yürüyüp adaya geçmek her zaman kabil değildir. Orada
binalar vardır...”
Piri Reis’in gördüğü binaların
Klazomenailılara ait olduğunu biliyoruz. 12 İon kenti arasında önemli yeri olan antik
Klazomenai kenti de Limantepe höyüğü gibi Urla’nın İskele mahallesinde. Matematik,
astronomi bilgini, ve İÖ 5.yüzyıl doğa düşünürlerinin en ünlüsü
Anaksagoras’ın da doğum yeri olan Klazomenai’daki kazılarda büyük fırınlar ve
atölye bulunmuş. Bu tesisler İÖ 7.-6.yüzyıllarda buradaki keramik sanayiinin
büyüklüğünü gösteriyor. Gerçekten de o dönemde Karadeniz, Güney İtalya ve
Akdeniz kıyılarındaki kolonilere ihraç edilen, savaş sahneleri ve hayvan
figürleriyle bezenmiş Klazomenai vazoları ve lahitleri bugün bile dünya müzelerinde
önemli yer tutuyor. Bu parlak dönemin ardından, İÖ 5.yüzyıl ortalarında Pers
saldırısına uğrayan Klazomenai’lılar, tam karşıdaki adaya göç ederek
kurtulurlar. Piri Reis’in de sözünü ettiği taş yolu da, İÖ 330’da Asya Seferi
sırasında buraya gelen Büyük İskender yaptırır. Piri Reis’in gördüğü binalar
yine o devrin kalıntıları olmalı. 1865’te ise buraya Fransızlar tarafından bir
Taaffuzhane yani etüv merkezi yapılmış. Ada da böylece Karantina Adası olmuş.
Urla’ya veda etmeden önce, mutlaka
ama mutlaka “Taaffuzhane”yi görmenizi tavsiye ederim. Eminim sizi de çok
etkileyecektir. O yıllarda Hac’dan gemlerle dönenler, ada açıklarında demirler,
yolcular da küçük teknelerle taşınarak iki bölüm halindeki “Taaffuzhane”ye
alınırmış. İlkinde ilaçlı sularla duş yaptırılan yolcuların tüm eşyaları ve
çamaşırları, aradaki 360 derece dönebilen dolaplarla ikinci bölüme, yani
“Taaffuzhane”ye gönderilir, buradaki üç büyük kazanda 110 derecelik buharla
mikroplarından arındırılırmış. Hasta yolcu varsa, gemi karantinaya alınır, bir
süre bırakılmaz; herhangi bir salgın hastalıkla karşılaşılmazsa, bir arlı
haberci İzmir Valisi’ne müjdeyi götürür, Vali Paşa da gelen uşağı bir kese
akçe ile ödüllendirirmiş. Bir düşünün... Bu müthiş sistem, Osmanlı tarafından
150 yıl önce uygulanıyor; bugün Hac’dan gelenler ise, doğru dürüst sağlık
kontrolünden bile geçirilmiyor... Eski, ancak sağlam ve halen çalışır durumdaki
tesisin, Sağlık Bakanlığı tarafından müze yapılacağını duydum... Bugün adada
Sağlık Bakanlığı’na bağlı tam teşekküllü bir kemik hastanesi ve bir de buna
bağlı 30 yataklı otel var.
Yalnız Piri Reis değil, Evliya
Çelebi de söz etmiş Urla’dan. Evliya’nın “Seyahatname”sinde yazdıklarına
göre, Urla’da kireç badanalı ev hiç yoktu, hemen hepsi baştan başa beyaz mermer
gibi taşlardan yapılmıştı. Urla çevresindeki dağlar, yamaçlar, uzak ve yakın
bütün çevre bağ ve bahçelikti. Bunlar arasında birçok zeytin ağacı adeta bir
orman görünümündeydi. Bu bilgiler, 17.yüzyılda Urla ve çevresinde bağcılık ve
zeytinciliğin ne kadar önemli yer tuttuğunu gösterir. Evliya Çelebi
“Seyahatname”nin bir yerinde de, Urla Çarşısı’nda, tüm çarşının üzerini
kaplayan bir asma ve üzerine aşılanmış 37 değişik çeşit üzüm salkımı
gördüğünü yazar...
Düşünebiliyor musunuz ?
Evliya’nın verdiği rakamlara göre, o günlerde Urla’da 250’den fazla zeytin
değirmeni, sayısız sabun imalathanesi, 3 binin üzerinde ev, 2 hamam, 2 medrese, 7 han,
7 mektep, 200 ticarethane, 5 cami varmış... Ege bölgesi olduğuna göre zeytinciliğin
bu kadar gelişmiş olması sürpriz değil. Antik kaynaklara göre Klazomenai kenti de
önemli bir zeytinyağı üreticisi. Kazılarda bulunan İÖ 6.yüzyıl sonuna ait
zeytinyağı üretim atölyesinin zeytin kırma bölümü, pres ve imbikleri ile bugüne
dek yüzlerce parça halinde bulunan zeytinyağı depolama kapları bu bilgiyi
doğruluyor.
Bugün Urla’ya bağlı 16 köyde
tarım ve balıkçılık yapılıyor. Urla çevresindeki arazide zeytinden de önde gelen
tarım ürünü artık tütün. Evliya Çelebi’nin, “Urla, bağlarıyla ünlüdür”
sözü ise, bugün Urla’yı maalesef utandırıyor. 50-60 yıl öncesine kadar
Urla’nın ünlü çekirdeksiz üzümlerinin yetiştirildiği son derece bakımlı
bağların çoğu yerini zeytinliklere ve tütün tarlalarına bırakmış. Aslında,
bunun nedeni bölgede yaşayan ve üzüm, zeytin, tahıl yetiştiren Rumların yerine,
1924’teki Mübadele ile Yunanistan, Arnavutluk ve Balkanlar’dan gelen göçmenlerin
farklı tarım kültürü. Memleketlerinde tütüncülük yapan bu insanlar, bakımı
tütüne göre daha zor, o denli de kar getirmeyen bağlarda önce zeytin sonra da tütün
yetiştirmeye başlamışlar.
Dilerseniz, turumuza Urla
Limanı’yla devam edelim. Burada da ilçe merkezindeki gibi tertemiz bir görüntü sizi
karşılar. Yaklaşık 500 balıkçı teknesine sahip beldede her gün saat 10.00’da
balık mezatı kuruluyor. Kooperatife bağlı balıkçılar, o günün bereketini mezatta
güle oynaya satıyor. Urla kıyılarında tutulan lüfer, mercan, sinarit, çipura,
levrek, lidaki, kefal, ahtapot, kalamar, lağos ve barbunun lezzetine doyum olmaz.
Siz ne yaparsınız bilmiyorum, ama
ben Urla’dan ayrılmadan önce balık yemeye karar verdim... kömür ateşinde pişmiş,
kar beyaz etli çipura bana, ben ona bakıyorum. Kayık tabağın yanına çay
bardağında zeytinyağı getirdiler. Saf zeytinyağı! İşlem görmemiş, içine iki
limon sıkıyorum; al sana şerbet... sözde İzmir’liyim... Çeşme’de bile böyle
çipura yemedim...
Bana afiyet olsun... Size de,
“Urla’ya hoş geldiniz...” |